Elektronik müzik kompozitörü ve müzisyen Erdem Helvacıoğlu, geçtiğimiz Elektronik Müzik Platosu’nda ilgi çeken isimlerden biriydi. Helvacıoğlu’na, Amerika’da yayımlanan albümünün heyecanını taşıdığı şu günlerde, çalışmalarıyla ilgili sorularımızı yönelttik. Müzikle ilginiz nasıl başladı, klasik müzik tabanlı mı ya da daha farklı etkileşimler mi? Belki klasik olacak ama, müziğe ilgim ortaokul yıllarında rock ve pop müzik vasıtası ile oluştu. Evde abimin gitar çalmasından etkilendim ilk ve gitara yöneldim. Özellikle en çok 80ler’in synth popundan ve 70ler’in rock gruplarından etkilendim diyebilirim. Lisede iken Robert Kolej Tiyatro Kulübü’nün birkaç oyununa müzik yaptım ve o yıllarda Alman Lisesi’nden arkadaşların kurduğu Too Much isimli grup ile çalışmaya başladım. Psychedelic rock ve britpop tarzı besteler ve coverlar çaldık. Bu grup ile çalışmam üniversite yıllarımda da devam etti. Çeşitli klüplerde konserler verdik. Hatta o dönemlerde yaptıklarımıza ait bir demo albümümüz de var. Üniversitenin sonlarına doğru da elektronik müziğe ilgim yoğunlaştı. Fasulye filmine müzik yaptım. Haz isimli grubum ile, Türkçe elektronik pop tarzı besteler yaptım, hatta 2001 yılı Roxy Müzik Yarışması’nda “En iyi performans” ödülü de aldık. Kendi home stüdyomun iyice oturmasıyla, daha da çok elektronik müziğin içindeyim artık. Özel projelere ve tiyatro eserlerine müzikler yapmaktayım. Ara ara da enstrümanımı kullanarak Yaşar, Rashit gibi sanatçı ya da grupların albümlerinde çaldım ve tonmaysterlik yaptım. Yakında da Anjelika Akbar’ın bir remix’ini yapacağım. Daha önce birlikte çalıştığınız müzisyenlerden bahseder misiniz? Kendinizi en çok hangi projede başarılı hissettiniz? Az önce bahsettiğim gibi, lise yıllarında birlikte çalıştığım Too Much grubu galiba bana en çok zevk veren dönemlerdi. Özellikle de grubun vokalisti ve söz yazarı Can Karadoğan ile hem ruhen ve hem de kafaca benzediğimiz için, zevkli ve güzel işler çıkardığımıza inanıyorum. O dönemler belki bizlerin de en naif ve kaygısız olduğu zamanlardı. Daha üretken olduğumuz dönemlerdi. Can’ın Almanya’ya gidişiyle ara verdik. Ama her zaman kaldığımız yerden devam edeceğimizi biliyorum. Benim ikinci grup denemem Haz adlı Türkçe synth pop ve rock grubu ile oldu. Burada da eskiden tanıdığım dostlarımla çalıştım. O dönem de çok zevkli idi. Ve en son olarak da E.H.P. grubunda, uzun yıllar tanıdığım Korhan Erel ile çalıştım. Onunla Phonem Elektronik Müzik Platosu’na katıldık. Avusturya’da bir soundart bienaline katıldık. Wire gibi dergilerde grup hakkında çeşitli olumlu yazılar çıktı. Fakat gruba zaman ayırmak ve ilişkileri itina ile yürütmek gerekiyor. Yoğun dönemlerde de, bu kolay olmayabilir. Şu aralar, yine tek başımayım ve hızla yeni projeler üzerindeyim. Tek başına mı yoksa grupla mı çalışmayı tercih ediyorsunuz? İkisinin de hem artıları var hem de eksileri. Tek başına çalışırken ödün vermeden ve olabildiğince özgür hissedebiliyorsun. Özellikle elektronik müzikte tek başına herşeyi yapabilme özgürlüğü ve lezzeti ayrı. Hele ki home stüdyo imkanınız ve parçaları mix dahil son noktaya kadar getirme olanaklarınız varsa, tek başına olmanın avantajları daha fazla. Elektronikçilerde genelde bu böyle. Mesela aklıma ilk gelen Scanner veya Console. Esasında tek kişilerden oluşuyor. Albüm süreçlerinde 3-4 ay bir yerlere kapanıp kendi istediklerini son haline getirip oluşturabiliyorlar. Grup ile çalışmanınsa en büyük avantajı yaratılan sinerji. İki ya da daha çok kafa, aynı anda birçok farklı katkı sağladığı için hızla ilerleniyor. Ama kimi zaman devreye giren kişisel kaygılar ve egolar, grup ile çalışmayı zevkten çok dert haline getirebiliyor. Yani tercih yapmak oldukça güç. Elektronik müzik ve seslerle ilgili dünyada daha nasıl gelişmeler yaşanacak sizce? Nasıl ki rock müziği gelişimi içinde hem mainstream hem de deneysel kalabildiyse, elektronik müzik de kendini hem müzik marketlerinin ticari satış kategorisinde hem de deneysel kısmında bulacak. Birkaç sene öncesine kadar drum&bass heyecan verici ve yeni olarak adlandırılırken şu anda kendi kendine bir stil oldu. Bunun gibi “clicks&cuts, microsound,glitch” gibi birçok türde kendi başlarına ana türler olarak adlandırılacaklar. Teknolojinin çok hızla ilerlemesine paralel olarak da birçok yeni elektronik müzik türü oluşacak. 90lar’ın ortalarına kadar müzik marketlerde electronica tür olarak yer almıyordu. Oysa şu anda özellikle Avrupa’daki müzik dükkanlarında electronica, rock ve pop kadar çok ilgi topluyor. Bu ivme bence daha da devam edecek. Türkiye’yi soracak olursan durumlar hayli ilginç ve karışık. 90lar’a kadar hiç adı anılmayan elektronik müzik, bir anda yeni açılan klüpler, konser ve parti organizasyonları sayesinde daha çok dinlenmeye başlandı. Bu sayede the Orb, Scanner, Chemical Brothers gibi grupları İstanbul’da görme imkanı bulduk. Artı geçen sene ilki düzenlenen Phonem Elektronik Müzik Platosu da ayrı bir kapı açtı bence. Bu sayede David Toop, Tarwater, Pan Sonic gibi devler geldi ve binlerce izleyici ile buluştu. Sanıyorum plak şirketleri de bunu görüp zaman içinde elektronik müziğe daha çok yer verecektir. Aldığınız eğitimin ne kadar gerekli olduğunu düşünüyorsunuz? İTÜ MİAM’da almış olduğum tonmaysterlik ve elektronik müzik kompozisyonu eğitimi bana çok şey kazandırdı. İlk olarak müziğe bakış açımı çok genişletti. Özellikle elektronik müziğin akademik yönü ile ilgili eğitim aldığım hocalar sayesinde abstrak elektroakustik müziği, sadece sesler ile soyut bir hikayenin nasıl yaratılacağını öğrenmiş oldum. Ayrıca tonmaysterlik eğitimi sayesinde de parçalarımı, yabancı standartlarda prodükte etmeye başladım. İstanbul’un özellikle ses enstelasyonları ve düzenlemeleri konusunda geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sizce yeterince anlaşılıyor mu? Bence İstanbul içerdiği sesler ile dünyanın belki de en zengin ve heyecan verici yerlerinden biri. Bence bu seslerin daha yoğun ve ilginç biçimlerde kullanılması gerekiyor. İstanbul’un şehir olarak kullanılması ise zamanla daha çok olacak. Halen modern sanat ve modern kavramsal elektronik müzik yeterince ilgi görmüyor. Ancak bu ilgi yurt dışından gelen sanatçılar ile ortak yapılacak soundart projeleri sayesinde daha da artacak. 2004 senesinde İstanbul’da Avrupalı soundartçıların katılacağı bir sergi planlıyorum. Umarım bu gerçekleşebilir. Bir projeye müzik hazırlamak mı daha çok ilginizi çekiyor yoksa müziğinizin üzerine bir başka proje hazırlanması mı? İkisi de heyecan verici tabii ki. Kendi müziğimi yaparken elbette çok daha özgür düşünüyorum. Ancak bir tiyatro gösterisine veya videoya müzik yapmanın da çok büyük lezzeti var. Bu tip projelerde besteci olarak daha kavramsal düşünüyor insan. Elektronik müzik zaten doğası gereği görsel sanatlar içiçe bir müzik. Galiba ben projeye müzik üretmeyi daha heyecan verici buluyorum. Son albümünüze dair birkaç kelimelik açıklama yapabilir misiniz? Locustmusic tarafından yayınlanan “a walk through the bazaar” isimli albümüm Kapalıçarşı ve çevresinden alınan sesler ile o seslerden üretilen 14 dakikalık uzun bir remix’i içeren 31 dakikalık bir çalışma. Aralık 2003’ de yayınlanması planlanan “living in istanbul” isimli albümüm ise İstanbul seslerinin ambient müzik ile bir karışımı. Son dönem dinlemekten ya da performanslarını izlemekten zevk aldığınız müzisyenler kimler? Şu anda Matmos, Björk, Console, The Orb, Mouse on Mars, Scanner Cd çalarımda dönen CD’ler. Performans olarak yakın zamanda etkilendiğim grup ise Mouse on Mars idi. Yakın zamanda gerçekleştirmek istediğiniz planlarınız neler? İlk olarak, Türkiye’de çıkarmayı düşündüğüm elektronik müzik ve etnik enstrümanların kullanıldığı, eski 45’liklerden ve Türk filmlerinden seslerin bulunduğu bir albüm projem var. Ayrıca 2004 senesinde Cd’si de yayınlanacak olan çarpıcı bir tiyatro müziği üzerinde çalışıyorum ve de Locustmusic tarafından bana ısmarlanan akustik gitar ve canlı elektronik elementleri barındıran bir albüm hazırlayıp onu konserlerde paylaşmak istiyorum. Mart 2004’de gerçekleşecek olan 10.Küba Elektroakustik Festivali’ne Türkiye’den davet edilen tek besteci olarak katılacağım. Yani 2004 oldukça yoğun geçecek.
Seslerden Hikayeler
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder